Sayfama hoşgeldiniz / Welcome to my blog

Her şey müzikle başladı / All started with music

www.mircan.net


25 Ağustos 2011 Perşembe

KAR BEYAZ Filminin Müzikli Öyküsü



KAR BEYAZ FİLMİNİN MÜZİKLİ ÖYKÜSÜ


Yönetmen Selim Güneş’in ilk filmi Kar Beyaz bir ilk film olmasına rağmen ödüller alarak sinema tarihinde kendine bir yer açmayı başardı.
47ci Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ulusal uzun  metrajlı filmler arasında en iyi film müziği ödülünü aldıktan hemen sonra Chicago Film Festivali’nde dünya sineması kategorisinde, Amerika’lı izleyicilerin yüreklerini ısıttı ve övgüler alarak döndü.
Geçtiğimiz günlerde, 15ci Sofya Film Festivali’nde jüri özel ödülüne layık görüldü.
Ankara ve İstanbul film festivallerinde ise yarışmalı böümlerde gösterilecek.
Önümüzdeki günlerde hem Ankara Film Festivali hem de İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek olması ve 13 Mayıs 2011 tarihinde vizyona girecek olması nedeniyle,
“zamanıdır “ diye düşündüm. Altın Portakal’da en iyi film müziği ödülünün ardından, birlikte çalıştığım *viyolonselcinin bir **köşe yazarı üzerinden başlattığı iddialarla gölge düşürdüğü Kar Beyaz filminin müziğinin öyküsünü anlatmanın zamanıdır.
Evrensel Gazetesi ve Yeni Harman gazeteleri dışındaki ana gazetelerin sessiz kaldığı, nedense yorum yapmak istemediği konu ile ilgili internet ortamındaki sosyal paylaşım ortamlarında çok tartışma yapıldı ama ben şimdi, müziğin öyküsünü bir kez daha yazmak ve paylaşmak istiyorum.

2008, kış aylarından biri. Padova’daki dairemde, oturduğum çalışma masamdan dışarıyı görüyorum. Kar yağıyor. Tarihi eserlerin yapısal analizleri konulu ileri master çalışması için burslu geldiğim üniveristede dersler ve ödevler çok ağır. Hemen her gün, gece yarısından sonra ikiye üçe kadar çalışmam gerekiyor. Hem üzerimde, seçilmiş ve bursa layık görülmüş mühendis olmanın sorumluluğu var hem de bir taraftan İngiltere’den online yürüttüğüm müzik eğitiminin terminleri kesin olan ağır ödevleri ve düzenli olarak yürütülmesi gereken çalışmaları var. Padova Üniversitesi İnşaat fakültesindeki sınıf arkadaşlarıma, bu ağır programa rağmen şanslı olduklarını söylüyorum. Hepsi benim bir de müzik ödevleriyle boğuştuğumu, iki eğitimi eş zamanlı yürütmem gerektiğini biliyorlar. Bunlara rağmen, en azından İstanbul’daki hayatımın sorumluluklarını bir süreliğine devretmiş olduğum için, ve buradaki mutlak yalnızlığım bana zamanımı azami ölçüde etkili kullanabilme olanağı sağladığı ve gitarımı da yanımda getirmiş olduğum için küçük boşluklar yaratıp bu boşlukları Tao egzersizleri, nehir boyunca ve tarihi sokaklarda yürüyüşler ve gitarımla bir şeyler tıngırdatıp yeni şarkılar yapmak, kitap okumak gibi benim için olmazsa olmaz şeylerle dolduruyorum. İşte, bu dönemde, Kar Beyaz filminin yönetmeni Selim Güneş’ten bir e-mail alıyorum.

“Bu Mircan o Mircan mı?”

Selim Güneş’in bu yazısı beni taa onüç yaşıma götürüyor. Nedeninin bilmiyoruma ama Annem ve babam beni onbeş günlüğüne Güneş ailesinin Maçka’daki evlerine bırakmışlar. Orada kalmam gerekiyor. Ağebeyimi yeni kaybetmişim. Kabuslarla dolu bir dönem. Cıvıl cıvıl bir aile Güneş ailesi. Kalabalık. Bir sürü çocuk var. Sıcak, sevecen bir anne ve baba. Bu sıcaklığı bana da geçiriyorlar. Çocukların yanı sıra, eve gelip giden yeğenler de var. Bu yeğenlerden biri Selim Güneş.

“Bu Mircan o Mircan”


İşte böyle başlıyor Kar Beyaz’ın müzik serüveni. Selim Güneş bütün albümlerimi almış dinlemiş ve çekmeyi planladığı ilk filminde OUTIM albümünden Mircanishi Nanni (Mircan’ın Ninnisi) ni mutlaka kullanmak istediğini, Kül albümümden de Evlerinin Önü Yoldur ve Fincanın Etrafı türkülerini istediğini, filmin müziğinde benimle çalışmak istediğini vs.vs  söylüyor. Senaryoyu gönderiyor. O’na yaptığım müziğin soundunun maliyetinin yüksek olduğunu en baştan söylüyorum. Yeni baştan böyle bir müzik çıkarmamı istiyorsa bunun pahalıya mal olacağını ancak mevcut parçalarımı kullanırsak, maliyetin düşeceğini vs. vs gibi işin bütün teknik ve mali yönlerini yazışarak görüşüyoruz.

“Şavşat”

2009 Ağustos ayı. TRT bir belgesel çekiyor. On iki müzisyen belirlenmiş. Biri de benim. Bu yüzden Doğu Karadeniz’de, doğduğum köye de geliyorlar. Selim Güneş’te , filmin çekileceği yerleri tebit etmek için gelmiş. Çekimler bittikten sonra Selim Güneş, birkaç kişiyle köydeki dağ evime geliyor. Filmden bahsediyoruz. Ertesi gün, çocukluğumun Güneş ailesi ile bir minibüse doluşarak Şavşat’a yer görmeye gidiyoruz.  Hem çekimlere, hem müzik projelerimin çoğuna tanıklık etmiş ve OUTIM albümüme haikularıyla katkıda bulunmuş olan yazar Pelin Özer de yanımızda.  Bu arada, dağdaki evimde, Amerika’dan gelmiş olan yeğenim Aydın Can Kutluay , gelirken yanında getirdiği protools kayıt cihazı ile Kar Beyaz’ın parçalarından birini kaydediyor. Doğaçtan söylediğim bu parçada şair Gülten Akın’ın “İlahiler” adlı kitabından “Bunalan Ozan İlahisi” adlı şiirini kullanıyorum.

“İstanbul”

Bir yandan Elixir albümümün kayıtları devam ediyor. Mühendislik projeleri devam ediyor.
İngiltere’ye müzik eğitimimin final sınavı için gidiyorum.

“Guilford- Wutton House”

Londra’dan önce otobüs, sonra tren, sonra taksi ile eski bir malikaneye geliyorum. Olağanüstü sakin ve dingin bir yer. Sınava gireceğim. Nota kitaplarım, ders notlarım, her şey yol arkdaşım- kahverengi deri el bavulumda.  Stresliyim. Çok şey var çalışmam gereken. Biraz bahçede, İngiliz bahçeye bakarak, biraz içerde, ama her fırsatta çelışıyorum. Defterler dolusu yazmışım. Eksik olduğum, tamamlayamadığım konular var. ( 5-3 chord built from triad, root position, 6-4-3 chord  built from triad with 7th , second inversion). Defterime yazmışım. Çalışma programı: Sabah- Score reduction; öğleden sonra- Style studies, Purcel& Dido and Aenas, key sechemes; Akşam & gece: Baroque-Romantic-Classic periods.
Defterimden bir çalışma sayfası: Mozart Divertimento K563, first movement 9-17, reduction from three to two.

Guilford’da hava soğuk. Deri pardesümün yakasını iyice kaldırmış yürüyorum. Sokakları keşfediyorum. Şirin bir aralığa giriyorum. Sıcak bir kabak çorbası içip Guilford kilisesinin yolunu tutuyorum. Kilise soğuk. Çok soğuk. Ellerimizi oğuşturuyoruz. Kimlikler, pasaportlar soruluyor. Sıralarımızın üzerine koyuyoruz. Sınav için açıklamalar yapılıyor. Sonra sınav.
Sorular, sorular.... Cevaplayamadıklarım var. Veya yanlış cevapladığımdan emin olduklarım var. Schubert analizini doğaçlama yapıyorum. Doğru düzgün o kısmı çalışamamıştım. 
Sonuç: Geçer not ama ben daha iyi yapamadığım için kendimden utanıyorum.
Yatılı okula da gidemediğim için diploma alamayacağım. Yeniden alırım diyorum. Müzik çalışmaya bayılıyorum.

“İstanbul”

Kar Beyaz’ın ilk çekimleri, taslak kurgusu geliyor. Selim Güneş ve eşi Nur Güneş ile defalarca çekimleri izliyoruz. Kurgu üzerinde fikir alış verişi yapıyoruz. Yavaş yavaş, her kurgudan sonra, müzikleri yerleştiriyorum. Bu çalışmaları Ağusto Film’in Koşuyolu’ndaki binasında yapıyorum.
İzledikçe, sahneleri bağlayacak ek müzğe ihtiyaç olduğunu düşünüyorum ve kendi müziğimin hüznüne en çok yakıştırdığım çello ile müzik düşünüyorum. Ah keşke Roger Sydney’e taşınmasaydı. Kalkar giderdim Bristol’e. Güzel güzel kaydederdik. Sala albümümde de birlkte çalıştığım Uğur Işık’ı arıyorum. Filmden bahsediyorum. “Güzel bir proje” diyorum.
Film yönetmenleri benim müziğimi çok seviyorlar ama ben özellikle film müziği yapmıyorum. Ara müzikleri birlikte yapalım diye öneriyorum. "Sen olduğun için kabul ederim", diyor. Taslak kurguyu Uğur Işık ve eşi ile izliyoruz. Film hakkında içimi karartan şeyler söylüyor. Ana akım filmlerden hoşlandığını anlıyorum. Müzik bütçesini çok az buluyor.  İsminin yazılmasını istiyor. Elbette, diyorum. Bunun önemi yok. Önemli olan bu filme uygun en iyi müziği yapmamız diyorum. Müzik bütçesini artırmamı sistiyor. Yapımcıya bunu sormam gerektiğini söylüyorum. Yüzümü kızartıp, ek bütçe talebinde bulunuyorum. Kabul ediliyor. Zaman dar. Bu arada Uğur bana kaydedip te kullanmadığı kayıtlarını dinletiyor. Bu kayıtları beğeniyorum. Yeni baştan çalmana gerek yok diyerek tek tek kayıtları dinleyip seçiyorum. Tek tek her birinin filmin hangi sahnesine uygun düştüğünü saniye saniye kaydediyorum. Her saniyeyi not ediyorum. Eşi Çiğdem de yardım ediyor.
Kanal kayıtlarını kaba miksajını yapıp bana e-mail ortamında gönderiyorlar. Kayıtları nihai miksaj için  Sydney’e Roger Mills’e gönderiyorum. Bu arada, yama işi gibi algılanmaması ve sound bütünlüğü sağlayabailmek için, film için yaptığım iki bestemin üzerine çello çalmasını istiyorum. Karşı Korku ilahisi ve Bunalan Ozan İlahisi’nin kayıtlarını veriyorum. Üzerine çello çalıyor. Bunları da Sydney’e Roger Mills’e gönderiyorum. Roger da üzerinde trompet çalıyor. Miksini yapıp gönderiyor. Uğur Işık, filmin ana parçası olan ve OUTIM albümüm için Bristol’de kaydettiğim Mircanishi Nanni üzerinde de çello çalıyor.  Kar Beyaz filmi müziğinin mastering çalışmalarını yapan Osman Kent, Mircanishi Nanni- Mircan’ın Ninnisi adlı parçanın bu yeni versiyonunu hiç beğenmiyor. Parçayı berbat etmiş. Kesinlikle bu halini kullanmamalısın, diyor. Ayıp olmasın diye, parçanın bu halini de kısacık, çocuğun zagoru dereye düşürdüğü sahnede kullanıyorum.
Uğur Işık kanal kayıtlarını verdikten sonra, filmin müziği ile ilgili hiçbir katkıda bulunmuyor zaten bulunması da gerekmiyor çünkü bu kayıtları kullanmaya karar veren, nerede nasıl kullanılacağını belirleyen kişiyim. Günlerce Ağustos Filmin binasında, filmin kurgusu her değiştiğinde, müziğin kurgusunu değiştiriyoruz. Yedi tane bestemi kullanıyorum. Bir de score müzikler var. Filmin bitmiş halini, kurgu çalışmalarında hiç bulunmadığı ve bulunmak istemediği için bilmeyen Uğur Işık jenerikte adının yazıldığını da bilmiyor. Ödül töreninden önce  karısına telefon açtırarak üzerimde baskı kuruyorlar. "Televizyonda gördük. Kar Beyaz yarışmalı bölümdeymiş. Peki öyleyse, müziği de mi yarışacak. Hay allah! keşke biz de orada olsaydık". Bu vakte kadar müthiş bir kibirle son derece ilgisizi kalan, filmin başarılı olacağına zerre kadar inanmayan Işık çifti şimdi nedense ilgi gösteriyorlar. Çalışma süresince beni en çok onlarda soğutan bu kibirleri olmuştu. Bu, sebebi belirsiz kibir ve ego.

Filmin jeneriğinde herkesin adı, verdiği hizmet kadar zikrediliyor. Elbette, filmin müzik yapımcısı, müzik direktörü ve finansörü olarak adım tepede yazıyor.
Öykünün devamını bilenler biliyor. Bilmeyenler için bir kez daha hatırlatıyorum: Uğur Işık, Murat Bardakçı üzerinden olay yaratıyor. Besteleri ben yaptım, diyor. Bestelerim çalındı, diyor. Benimle ilgili, nota bile bilmez, beste yapamaz deniyor. Onun sesini efekt olarak kullandım diyecek kadar ileri gidip, Roger Mills ve Osman Kent’in destekleriyle birlikte yarattığım albümlerimdeki bestelerime talip oluyor ve Kar Beyaz’ın beyazlığına gölge düşürüyor.


Ben şimdi, şuna yanıyorum. Ödül töreninde asıl teşekkür etmem gereken insanları,  üzerimde kurulan baskı nedeniyle atladım. Asıl Osman Kent’e teşekkür etmem gerekiyordu. Asıl Roger Mills’e teşekkür etmem gerekiyordu. Bir taraftan kuruş kuruş, benden alacakları paranın hesabını sorup, bununla da yetinmeyip, taşın altına kar hesabı yapmadan elini sokan benim gibi insanları karalamaya çalışanlar teşekkürü haketmiyorlar. Teşekkür etmek te, etmemek te benim tasarrufumdadır ve  bu yüzden, ödül töreninde , bir güzelliği paylaşmayı bilecek kadar olgun olduğunu sandığım ve yanıldığım Uğur Işık’a teşekkürümü geri alıyorum. Teşekkür etmiyorum ve diyorum ki: Yazıklar olsun!

Kar Beyaz filmini seviyorum. Kar Beyaz’ın ve damarlarımdan akan müziğimin üzerine gölge düşürmeyin!!

THE MUSICAL STORY OF THE MOVIE "WHITE AS SNOW"



In spite of the fact that "White as Snow” is the first film by director Selim Güneş, the movie has succeeded in earning a place in cinema history with the awards it has received.
Immediately after receiving the award for best film score among national feature-length films at the 47th Antalya Golden Orange Film Festival, it warmed the hearts of American viewers and was much praised at the Chicago Film Festival in the world cinema category.
More recently, it received the jury's special award at the 15th Sophia Film Festival.
It will be shown in the competitive section of the Ankara and Istanbul film festivals.
The fact that it will soon be shown at the Ankara Film Festival and the Istanbul Film Festival and that it will open in theatres on May 13, 2011 made me think, “It is time.” It is time to tell the story of the soundtrack for the movie “White as Snow”, which had a shadow cast over it by allegations started by the violoncellist* with whom I worked and taken public by a columnist after it received the best film score award at the Golden Orange Festival.
Except for Evrensel Gazette and Yeni Harman, the major newspapers remained silent about the issue and for some reason chose not want to comment, but it was hotly debated on social networking sites via the internet. However, I want to write the story of the music and share it one more time.

 It was back in the winter of 2008.  I could see outside from the desk where I sat in my flat in Padova. It was snowing. The classes and homework were very difficult at this university where I had a scholarship for advanced master’s study on the structural analysis of historical buildings. I had to work until two or three in the morning almost every day. Not only was the responsibility that came with being an engineer who had been deemed worthy of the scholarship weighing heavy on me, but I also had difficult assignments that had to be completed regularly for the online music education I was taking from England and the deadlines very strict. I told my classmates in the Construction department at Padova University that they were very fortunate in spite of the challenging schedule. They all knew that I had to complete two course of study at the same time and that I had to devote time to homework in music as well. In spite of all this, I had the opportunity to make the most of the absolute loneliness I felt there because I had at least turned over responsibility for my life in Istanbul to others. I had brought my guitar with me and so I managed to snatch a few minutes here and there. I filled them by doing things that I consider essential, such as Tao exercises, taking walks down the river and the historic streets, reading books or strumming something on the guitar and writing new songs. It was during this time that I received the e-mail from Selim Güneş, the director of the film “White as Snow”.

“Is this the same Mircan?”

This letter from Selim Güneş took me all the way back to when I was thirteen. I don’t know the reason, but my mom and dad left me with the Güneş family in Maçka district in Istanbul for fifteen days. I had to stay there. I had just lost my older brother. It was a time of my life filled with nightmares, but the Güneş family was a lively and energetic. It was crowded too. There were lots of children. Their mom and dad were warm and loving. They embraced me with the same warmth. In addition to the kids, there were nieces and nephews visiting the house too. One of these nephews was Selim Güneş.

“It is the same Mircan”

This is how the “White as Snow” musical adventure began. Selim Güneş had purchased all of my albums and listened to them. He told me that he definitely wanted to use Mircanishi Nanni (Mircan’s Lullaby) from the OUTIM album on the first film that he was planning on shooting and that he also wanted the folks songs entitled The Front of Their House is a Road and Around the Cup from the album “Ashes”, and that he wanted to work with me on a soundtrack for a movie. He sent the scenario. From the very beginning, I told him that the sound of the music that I did had a hefty price tag. From the start, I also told him that if he wanted me to do this kind of music, it was going to be expensive, but that if we used my existing pieces, it would be more affordable, etc. etc. We discussed all of the technical and financial aspects of the job through correspondence.

“Şavşat”

It was August 2009. TRT was shooting a documentary. Twelve musicians were selected and I was one of them. Therefore, they came to the village where I was born in the eastern Black Sea. Selim Güneş came as well to determine where his film would be shot. After the shooting was finished, Selim Güneş and a couple of his friends came to my cottage in the village. We talked about the film, and the next day, we all jammed into a minibus with the Güneş family from my childhood and went to see a place in Şavşat. Pelin Özer, the writer who is a witness to both the shooting and my music projects and even contributed to my OUTIM album with her haiku pieces, was with us. Meanwhile, my nephew visiting from America, Aydın Can Kutluay, was in my cottage and he recorded one of the pieces for "White as Snow" with the Protools recording device he brought with him. I sang this piece as an improvisation using the poem entitled “Hymn of a Suffocated Poet" from Gülten Akın's book “Ilahiler/Hymns”.

“Istanbul”

At this time, recording for my album “Elixir” was continuing as were my engineering projects.
I was also travelling to England for the final exam in my musical education.

“Guilford-Wutton House”

A bus before London, then a train and finally a taxi drops me off at an old mansion. It is an incredibly peaceful and serene place. But, I am here to take an exam. My music books, class notes, everything is in my travelling companion – my brown leather carry on. I am very stressed out. There is a lot that I have to study. Sometimes I studied in the garden, gazing out on the English garden; sometimes it was inside, but at every opportunity I was studying. I had filled up entire notebooks. There were some subjects that I had not completed and in which I was inadequate. (5-3 chord built from triad, root position, 6-4-3 chord built from triad with 7th, second inversion). I had written it in my notebook. My study program: Morning – Score reduction; afternoon – Style studies, Purcel&Dido and Aenas, key schemes; evening&night – Baroque-Romantic-Classic periods.
A study page from my notebook: Mozart Divertimento K563, first movement 9-17, reduction from three to two.

It was cold in Guilford. I walked with the collar on my leather coat pulled as high as it would go. I explored the streets. I entered a charming little side street. I had a bowl of hot soup and headed for the Guilford church. The church was cold. Very cold. We were rubbing our hands together. They asked for identification and passports. We placed them on our desks. Explanations were given about the exam. Then, the exam began.
Questions, questions… I was unable to answer some of them and there were some that I was sure I had answered wrong. I improvised the Schubert analysis. I was unable to play that part quite right.
The result: I received a passing grade but I was ashamed of myself for not doing better.
I could not obtain a diploma because I was unable to attend boarding school. I told myself I would do it later. I love studying music.

“Istanbul”

The first shooting from “White as Snow” and a draft scenario arrives. We watch the shooting dozens of times with Selim Güneş and his wife Nur Güneş. We exchange ideas regarding the scenario. Slowly, I begin to put the music in place after each scenario. I did all this work in the Ağustos Film building in Koşuyolu.
The more I watch it the more I feel like additional music is needed to connect the scenes and I think of music with the cello, which is the instrument that best suits the melancholy tone of my own music. If only Roger hadn’t moved to Sydney, I would go to see him in Bristol. We would have recorded something beautiful. I call Uğur Işık, a man I worked with on the “Sala” album. I tell him about the movie. I say, “It is a beautiful project.
Film directors love my music, but I don’t specialize in film music. I suggest that we do the interlude music together.” He says, “I’ll accept just because it’s you.” We watch a rough draft of the scenario with Uğur Işık and his wife. He says some things about the film which disturb me. I realize that he likes mainstream films. He says the music budget is too low and wants his name written in the credits. “Of course,” I reply. “That is not important. The important thing is for us to make the music that is best for this film.” He asks me to raise the music budget. I tell him that I have to ask the producer about that. I blush with embarrassment as I request an increase to the budget. My request is granted. There is not a lot of time. Meanwhile, Uğur has me listen to recordings he did previously but hasn’t used. I like the recordings. I told him that he didn’t have to play them again and I listen to each of them and choose appropriate pieces. I record second by second which one is best for which scene in the film. I make a note of every single second. His wife Çiğdem helps me as well.
They do a rough mix and send them to me via e-mail. I send the recordings to Roger Mills in Sydney for the final mix. Meanwhile, I ask him to play the cello on two of the compositions I did for the film to give it an integrated sound that doesn't seem like patchwork. I provide the recordings for “Hymn to Fight Fear” and “Hymn of a Suffocated Poet.” He plays the cello on top of these. I send these to Roger Mills in Sydney as well. Roger also plays the trumpet over them. He does the mix and sends it to me. Uğur Işık plays the cello over the main piece for the film which is Mircanishi Nanni, which I recorded in Bristol for my album OUTIM. Osman Kent does the mastering of the film score for “White as Snow”, but he does not like the new version of Mircanishi Nanni (Mircan’s Lullaby). He says, “He ruined the piece. You definitely can’t use this version.” I use a very short version of the piece in the scene where the child drops Zagor in the stream just to be nice.
After violoncellist provided the channel recordings, he has nothing else to do with the music and there was no need for him to because I was the one who decided to use these recordings and determined where and how they would be used. I spend days in the Ağustos Film building changing the music every time the film's plot changed. I used seven of my own compositions. Plus, there is the score music. Uğur Işık did not see the final version of the film because he did not contribute to the scenario work or even want to and so he did not know that his name was mentioned in the credits. Prior to the awards ceremony, he had his wife call me on the phone to pressure me.

Everyone is mentioned in the credits to the extent that they contributed. Of course, my name is at the top as the film’s music producer, music director and financier.
Some of you know the rest of the story. For those who don't, I'll summarize. Uğur Işık used Murat Bardakçı to create a scandal. He said, “I did the compositions. My compositions were stolen.” With regard to me, he said, “She doesn’t know how to read music and cannot compose.” He even goes so far as to say that he used my voice as an effect. He seeks my compositions from the albums I created with support from Roger Mills and Osman Kent and casts a dark shadow on the white innocence of "White as Snow".

Now, what really burns me is that I overlooked the people I should have thanked at the awards ceremony because of the pressure they put on me. The person I should have been thanking was Osman Kent. The person who deserved thanks was Roger Mills. Anyone who keeps track of the money they will get from me down to the last cent, and if that were not enough, tries to denigrate people like me who take risks without worrying about profit do not deserve to be thanked. Expressing gratitude or choosing not to is my prerogative and therefore, I take back the thanks I expressed in the awards ceremony to Uğur Işık , a person I thought was mature enough to know how to share something beautiful. Apparently I was wrong. I do not thank him and I say: Shame on you!
I love the movie “White as Snow.” Do not cast a shadow on “White as Snow”! Please, let's be a bit more sensitive. I have personally witnessed the love and enthusiasm, the sacrifice and hope with which the director and producer completed this film.








 






Mircan Sessiz Olmaz Belgeseli

Mircan 
Sessiz Olmaz Belgeseli , Bölüm 1
Yönetmen: Özge Akkoyunlu

Mircan 
Sessiz Olmaz Belgeseli , Bölüm 2
Yönetmen: Özge Akkoyunlu

15 Ağustos 2011 Pazartesi

ARGANDE : BIR KADIN BIR AİLE DEMEKTİR

ARGANDE ürünleri GAP Bölge Kalkınma İdaresi ile Birleşmiş Millletler Kalkınma Programı (UNDP) ortaklığı ve İsveç Uluslararası Kalkınma İşbirliği Ajansı (Sida) finansmanıyla yürütülen "GAP Bölgesinde Kadının Güçlendirilmesinde Yenilikler Projesi" kapsamında proje yararlanıcısı kadınlar tarafından Güneydoğu
 Anadolu Bölgesi'nde üretilmiştir.
Argande tanıtım filmi, müzik: Mircan

Aynı güneşin altında bir olduk, tılsımlar yarattık.
Uzakları yakın etmek, gönüllere girmek, dilekleri ağaç yapmak için geldik.
Elin emeğinden, gözün nurundan, aklın yolundan geçtik de geldik.
Kadın olmayı sevdik de geldik.
"Argande" ismini Güneydoğu Anadolu topraklarının tanrıçalarından aldı.
Kadınlarımızın el emeklerini ve moda tasarımcılarımızın yaratıcılıkları ile
buluşturdu. Sizi "Argande"nin coşkusunu paylaşmaya çağırıyoruz.

14 Ağustos 2011 Pazar

Teşekkürler , Kevser Ruhi

TANRIM, NE OLUR ONU BANA YAZ!

by Kevser Ruhi on Monday, April 26, 2010 at 2:20pm




Mircan Kaya’yı Tuşeti’den bir genç kızın sesinde ve çığlığında tanıdım önce. Sanki Şiraki Vadisinde gezen Tuşetili bir genç kızdı Mircan. Uzaklarda kırmızı kanatlı bir kelebek görmüş, kelebeğin o kırmızı kanatlarını, sevdiğinin kırmızı “çohası” sanmış bir genç kız... Yüreği ağzına gelmiş, yana yakıla dua ediyordu: “Tanrım, ne olur, onu bana yaz!” Bu aşk, bu sevgi yalan olmasın! İşte, öyle bir kalp çarpıntısı ve öyle bir sevda içinde tanıdım onu ben.

Her gün defalarca dinler olmuştum Tuşetili dağlı kızın sesini. Başka da bir bilgim yoktu Mircan Kaya hakkında. Daha ben bu sese doyamamışken, çok sevdiğim ve uzaklarda yaşayan bir müzisyen arkadaşım “Çok beğeneceğin bir albüm önereceğim sana. Tam senlik…” dedi o günlerde. Heyecanla, “Mircan Kaya mı yoksa?” demişim. Bu sorumun ardında aslında “Keşke önereceğin, Mircan Kaya’nın albümünü olsa.” dileği saklıydı. Dileğim kabul oldu. Sonra da Mircan Kaya’nın bütün albümlerini dinledim. Uzun zamandır ruhumu böyle dinlendiren bir ses duymamıştım. Şelale gibi, su gibi… Çok susamışım sanki, içiyor, içiyor, doyamıyorum gibi. Sesin sahibini de uzaktan uzaktan tanımaya başladım sonra. Nasıl biridir, ne yapar, nelerle ilgilenir? Derken onun hakkında bu yazıyı yazmaya kadar vardırdım işi.

Mircan Kaya’nın yaptığı müziği doğduğu topraklardan ayrı düşünmek mümkün değil. Çok iyi bildiğimiz topraklarda, Doğu Karadeniz’de var olan ezgileri maya olarak alıyor, kendi hamuruna katıyor, yoğuruyor, yoğuruyor, biçim veriyor, fırına sürüyor, fırından çıkan malzeme bambaşka tada bürünmüş oluyor. Nasıl desem, bu bildiğimiz mısır ekmeği, çadi yani. Ama “hiç böyle güzel, hiç böyle lezzetli çadi yememiştim” diye düşünüyor insan. Mayası sağlam insanlardan Mircan. O sihirli elleriyle, bu mayayı hangi göle çalsa tutar. Yaptığı işler, yaşam öyküsü hakkında öğrendiğim her yeni bilgi, ona duyduğum hayranlığı artırdı.

Mircan Kaya sesini çok iyi kullanıyor. Söylediği şarkının ya da türkünün ruhuna bürünüyor, o ezginin dünyasına katılıyor ama orada ayrı bir dünya daha yaratıyor. İlginç olan şu, yarattığı ayrı dünya, o müziğin içinde hiç yabancı durmuyor. Kendini de ekliyor ezgiye… Yetmiyor, dinleyeni de içine çekiyor, onu da ekliyor. İnsan onun sesinden ne dinliyorsa çoğala çoğala dinliyor…

Onunla ilgili öğrendiğim ilk şey, “Batum göçmeni Megrel bir ailenin kızı olarak doğdu” cümlesiydi. Gerisini öğrenmesem de olur demiştim. Ama o kadar başarılı bir yaşam öyküsüyle karşılaştım ki, gerisini öğrenmesem olmaz dedim bu defa. Çünkü Mircan Kaya’nın ışığı, en yalın halde anlatılsa bile, göz kamaştıran cinsten parlak mı parlak bir ışık…

Artvin’in ilçelerinden Borçka’nın, eski adı Çhala şimdiki adı İçkale olan bir dağ köyünde, dünyanın tam kalbinde doğmuş. Evet, dünyanın tam kalbinde! İnanmayan gidip oraları görsün, sonra da Mircan’ın sesinden Lazca bir şarkı dinlesin. Mircan Kaya suskun bir çocukluk geçirmiş; dünyayı, dünyanın kalbini dinleyerek… Avaz avaz bir suskunluk olmalı bu… Şimdi ise biriktirdiği sesleri kendi dilinden bize duyuruyor. Lazca, Türkçe, Gürcüce, İngilizce… Bu arada Türkçenin dışında İngilizce, İtalyanca, Arapça ve Lazca bildiğini de eklemek isterim. “Ya Gürcüce?” diye soruyorum uzaklardaki Mircan’a…

“Su gibi Gürcüce konuşmak isterdim. Ama ne yazık ki Gürcüce bilmiyorum. Telaffuzum çok iyi olmakla beraber Gürcüce bildiğimi söylemek abartılı olur.” diyor. Bir de küçük bir ipucu veriyor: “Gürcü köklerimin arkasında hüzünlü bir aşk öyküsü var.”

Aşk başımın tacı, hele ardında bir öykü varsa… Ama üstelemiyorum. Öykü kahramanının rızası gerek bunu anlatmak için. Öykü ne zaman isterse o zaman açığa çıkartsın kendini. Biz bekleriz.

Türkiye’nin bir ucu Artvin’den diğer ucu İstanbul’a göç var Mircan Kaya’nın hikâyesinde. Başarılı bir öğrencinin Nişantaşı Kız Lisesi günleri… Ardından Yıldız Teknik Üniversitesi’nde inşaat mühendisliği öğrencisi olmuş. Üniversite son sınıftayken burslu olarak Ürdün’e gitmiş. İki çocuk annesiyken Boğaziçi Üniversitesi’nde deprem mühendisliği üzerine yüksek lisans yapmış. Uluslararası projelerde önemli görevlerde çalışmış ve iş hayatına bir İtalyan firmasının Türkiye temsilcisi olarak deprem teknolojileri üzerine devam ediyor. Öğrencilik günlerinde bir yandan derslerini başarıyla sürdürürken diğer yandan halk dansları, estetik jimnastik, klasik Türk müziği korosu çalışmaları, senfonik rock grubu, hep müzik, hep müzik, hep müzik… Bir insanın hayatına daha kaç hayat sığabilir?

Çocukken yemyeşil, ıpıslak sessizlikte biriktirdiği sesleri, sonradan duyduğu seslere katıp şahane şarkılar söyleyerek doğduğu topraklara gönül borcunu ödüyor sanki. Mircan yaptıklarıyla ve seslendirdikleriyle bütün o ormanlara, o yağmurlara, o sisli dağlara, o çıldırmış yeşilliğe, o lacivert Karadeniz’e, o masmavi gökyüzüne ve tabii ki dünyaya hepimiz adına içten bir teşekkür ediyor.

Mircan Kaya, her albümünde başka bir evrenin kapısını aralıyor. Hepsi birbirinden ileride ve birbirinden güzel beş albüm çalışması var. “Bizim Ninniler” 2004 yılında çıkmış. “Kül” 2005’te, “Sâlâ” 2006’da. 2008 yılında iki albüm var. “Numinosum” 2008’in başlarında hazırlanmış. Aynı yılın son günlerinde ise “Once Upon a Time in Mingrelia” (Bir Zamanlar Megrelya) ile güçlü bir merhaba demiş yine. Bütün çalışmalarında yerelden evrensele uzanan bir çizgi var. Bizi, bizim gibi ama bizden farklı biçimde anlatıyor. Anlatmıyor aslında çağıl çağıl çağlıyor Mircan. O söylesin, hep söylesin; ben hep dinleyeyim istiyorum. Hatta “Bizim Ninniler” isimli albümünü dinlerken, bebek olayım; o da kulağıma ninni söylesin istiyorum. Ya da boş vereyim bebek olmayı; bir yetişkin olayım ama o, yine bana tatlı sesiyle ninniler söylesin, huzur bulayım istiyorum.

Kül albümünde söylediği hüzün dozu yüksek türkülerle sersemliyorum, yıkılıyorum. Efkârdan ölecek gibi oluyorum. Sonra beni sersemleten ezgilerden yarattığı güzellik, yorumlamadaki yetkinlik, muhteşem duygu aktarımı, tesellim oluyor. Böyle delice bir şey yapmış Mircan Kaya “Kül” albümündeki türkülerle. Sesini ilk duyduğum “Tuşuri Simğera” da bu albümde yer alıyor.

“Kül albümünü yaparken dinlediğim yüzlerce parça arasında en çok Tuşuri’yi sevmiştim. Sözlerini çıkarırken stüdyodaki arkadaşlar hayretler içinde kalmışlardı. Parçanın sözlerini sular seller gibi Gürcüce bilirmişim gibi yazıyordum.” diyor ve ekliyor “Numinosum; numinos… Bilinç… Geçmişi, köklerimi iliklerimde hissetmek bu.”

Mircan’ın sesi biraz neşe, biraz hüzün, biraz da zulüm… Biraz sevdalı bir genç kız, biraz okul kaçkını haylaz çocuk. “Bizim Ninni”lerde şefkati sesine akmış sevecen bir anne iken; “Sâlâ” albümünde ölümün ardından ağıtlar yakan “bgara” oluyor. Sokak çalgıcılarının yanına oturup her dilden şarkılar söyleyen bir müzisyen diye düşünürken birden bambaşka bir şey oluyor. “Lazca caz” yaparak alt üst ediyor insanı. Sesindeki zulüm şurada; dinleyip geçmek istiyorum. Sadece dinleyip geçmek; bırakmıyor, şarkıları üzerinde uzun uzun düşündürüyor.

Mircan hikâyesi olan kadınlardan. Hikâyesine sahip çıkan ve çok güzel hikâyeler anlatan biri aynı zamanda. Outim (Once Upon a Time in Mingrelia) albümünün açılış parçası bir cin masalı. Sesinin masallara çok yakışan tınısıyla, tatlı tatlı anlatıyor. Ben, çocukluğumda dinlediğim bütün cinli perili masalların içine giriyorum. Tek kelimesini anlamasam da, gecenin sesleri içinde anlattığı “Tcinkhasi meseli” bana çok tanıdık geliyor. Ben de o gecenin içine giriyorum. Dışarıda usul usul yağmur yağarken, içerde ocakta odunlar çıtır çıtır yanarken uykuya yenilmemek için gözlerimi dört açıyorum. Masalın sonunu merak eden kız çocuğuyum çünkü. Laz efsanelerinde anlatılan dağınık saçlı bir “çinka”yım belki de… Akşamın inmesiyle çıktım ortaya, sabahın ilk horoz sesleriyle birlikte yok olacağım. Mircan’ın, ezginin içine girip orada kendine özgü bir dünya yaratması, dinleyeni de o dünyanın içine çekmesi böyle bir şey sanırım.

Mircan Kaya, az bilinen bir dili, ninnileriyle, meselleriyle, ağıtlarıyla, bütün neşesi ve bütün hüznüyle, yıldız tozları içinde geleceğe savuruyor. Unutulmasın diye, bu sözcükler bu dünyada yaşadılardı, yine yaşamaya devam etsinler diye… “İçimde, doğup büyüdüğüm topraklara ve o toprakları temsil eden kültüre hep derin bir sevgi ve bağlılık taşıdım." demesi boşuna değil.

Bir de şu var; Mircan Kaya Doğu Karadeniz kadınını ninnileriyle, ağıtlarıyla, neşesiyle, hüznüyle, şefkatiyle almış; öylece, olduğu gibi, modern dünyanın göbeğine oturtmuş. Çok da güzel yapmış bunu. Kimsenin “Bu kadın burada ne arıyor?” diye soracak hali yok. Çok yakıştırmış çünkü. Suyun rengi Mircan, yaprağın yeşili, toprağın nemi, denizin dalgası… Ve sesini ilk duyduğumdan bu yana benim de has dostum o!

Onunla biz, Nisan yağmurlarında ıslanmak için annelerinin sokağa gönderdiği çocuklardanız. Bir güzel ıslanmışız yağmurlarda. Çamurlarda yalınayak yürümüşüz neşeyle... Yaprağın tazecik yeşilinde kaybolmuşuz. Artvin’in sisli dağlarına aynı sevdayı duymuşuz. Ağaçlarımız olmuş altında büyüdüğümüz… Masallarımız olmuş, masal anlatanlarımız da… Çok sevmişiz. Çoğunu kaybetmişiz sevdiklerimizin. Sevdiklerimizin sözcüklerini, seslerini unutmamak için, unutturmamak için “dil”in anlam dehlizlerinde uzun soluklu yolculuklara çıkmışız. Ben bu has dostumla gurur duyuyorum şimdi. Çünkü bize bu dünyayı sevmek için yeni bir sebep bağışlamış; sesini ve şarkılarını…

“Hayatım, öncekileri yıkıp yenilerini kurmak diye tariflenecek bir felsefe üzerine kurulu. Bu yüzden fazlasıyla devingen, dinamik ve önceden tahmin edilemez, sonrası bilinmez bir öykü gibi.” diyor. Ben çok seviyorum bu tanımlamayı. Baştan ayağa öykü Mircan. Öykünün billur sesi üstelik…

Mircan Kaya şu anda, tarihi eserlerin yapısal analizleri üzerine ileri yüksek lisans çalışması yapmak için Avrupa Komisyonu tarafından değer görüldüğü burs nedeniyle İtalya’da bulunuyor. Avrupa kültürel mirasının korunmasını amaçlayan bu burs programı, Avrupa’nın dört büyük üniversitesi tarafından yönetiliyor: İtalya'da Padova Üniversitesi, İspanya'da Katalonya Teknik Üniversitesi, Çek Cumhuriyeti'nde Prag Teknik Üniversitesi ve Portekiz'de Minho Üniversitesi. Mircan Kaya İtalya ve İspanya’daki çalışmalarını rotasyonlu olarak sürdürüyor. Müzikten hiç kopmadan, müzikle iç içe…

“Bu dönem, hayatımın en zorlu sınavı.” diyor Mircan. “Sevdiklerinden ve alışık olduğu mekânlardan uzakta sanki uzaya bir yolculuğa gönderilmiş astronot gibi” görse de kendini; bu ağır projeleri başarıyla tamamlayacak, eminim. O da emin kendisinden; başaracak. Enerjisiyle şaşırtan, hayretlere düşüren bir insan Mircan Kaya. Bu dönemde aslında iki yüksek lisans çalışmasını birlikte yürütüyor. Ayrıca İngiltere’de etnomüzikoloji konusunda yüksek lisans çalışmasını da eşzamanlı olarak sürdürüyor. Bunca iş arasında ve uzaklarda pek de yalnız olmadığını hissediyorum ben onun. “Her zamankinden daha berrak ve yüklü” düşleriyle, açığa çıkmaya hazırlanan notalarıyla haşır neşir Mircan’a Padova’da, nehrin üzerinde parıldayan ışıklar eşlik ediyor. En çok da düşleri…

Mircan, bir nehir kenarında, Galileo’nun astroloji çalışmalarını yürüttüğü Specola’ya bakan tarihi bir binanın ikinci katında, mutlak bir inziva içerisinde, Sisyphosvari bir yaşam sürüyor. Kilometrelerce öteden yazışarak konuşuyoruz biz, iki kadın. Bir kayayı sonsuza kadar bir dağın tepesine çıkarmaya mahkûm edilmiş Sisyphos’a kendini benzetmesini ben, yaptığı işlerde en iyiye ve en güzele ulaşmak için bıkmadan usanmadan çalışmasıyla bağdaştırıyorum. Delilik sanki… Ama ne güzel bir delilik! Bir sanatçıların, bir de annelerin “akıllı” olmak mecburiyeti yoktur zaten.

**
Kevser RUHİ
Pirosmani Dergisi
8. Sayı

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Bir Genç Kızın İntiharı

Bir Genç Kızın İntiharı

Kızlarımızı rahat bırakın!

Bugün bir ölüm haberi aldım.  Bir genç kızın ölümü. Bir genç kızın intiharı. Bir mektup bırakmış. Diyormuş ki “Özür dilerim, ben bu hayatla başa çıkmayı beceremedim” .

Sarsıldım. Çok sarsıldım. Haberi bana veren ablam daha da çok sarsılmıştı. Çünkü kızı o tanıyordu. Annesi ile yakın arkadaştı. Bense, yalnızca bu genç kızın sorunlarını biliyordum.
En fazla yirmi yaşındaydı. Bir üniveriste öğrencisi. Bir derde düşümüştü yavrucak. Hayata tutunmayı kilosu ile ölçmeye başlamıştı bir süredir. Üniveristeye başladıktan sonra önce anoreksiya sonra bulemya ve eşlik eden bunalım. Bir apartmanın üst katlarından birinden atmıştı kendini. Ağır operasyonlar geçirerek hayata dönmüş ancak ayağı aksak kalmıştı. Çok güzel olduğu söyleniyordu. İyileştikten sonra İstanbul’a başka bir üniveristeye gönderilmişti.
Bugün ölüm haberini aldım. Annesi, “ben yıkadım cesedini” demiş. “Tanrım” dedim, nasıl yaşanır böyle bir acıyla!


Ben de bir genç kız annesiyim ve kızım da dahil olmak üzere pek çok genç kızın zayıf olmak derdine düştüklerini çok iyi biliyorum. Bu alanda yaptığım veya yaptığımız telkinler, konuşmalar, kendi yaşam biçimlerimiz, iştahımız, sağlıklı beslenmemiz medya kurumlarının aksi yöndeki bombardımanı karşısında yetersiz kalıyor. Kolektif bir hastlalık yaşanıyor.  Ne zaman oldu bütün bunlar? Çocuklarımız, kızlarımız bu derde nasıl düştüler? Neden? Biz bilmezdik böyle şeyler. Fazla zayıf insanlarla alay edilirdi. Hastalıklı oldukları düşünülürdü. Lanet ettim bugün bu düzene. Lanet ettim kızlarımızı bu derde düşürenlere. Neler geldi aklıma öfkeyle. İçimdeki anarşist neler düşündü neler ?  

-        Bütün zayıflama haplarını imha etmeli
-        Bütün diyetisyenleri mesleklerinden men etmeli
-        Diyetisyenlik mesleğini ortadan kaldırmalı
-        On yaş altı çocukların bile zar zor sığacağı sıfır beden giysiler satan mağazaları kapatmalı
-        Zayıf artist oynatan yönetmenlerin filmlerini izlememeli, veya film yönetmenlerini bu konuda daha duyarlı olmaya davet etmeli
-        Bu bağlamdaki bütün gazete haberlerini yasaklamalı. Yaza girmeden önce eczane vitrinlerini süsleyemeye başlayan gerçek üstü incecik-pürüzsüz kalçalarıyla poz vermiş modellerle hazırlanmış reklam panoları yasaklanmalı.
-        Dünya üzerinde bugün kurulmuş olan bir yandan yedirme öte yandan zayıflatmaya çalışma sisteminin yalnızca bu ürünleri pazarlayanlara, satanlara para kazandırmaya yaradığını çocuklara anlatmalı, öğretmeli. Bu akıl almaz sistemin insanları hasta ettiğini anlatmalı. Çocuklarımızın, özellikle de kızlarımızın kurban edildiğini anlatmalı.

Yazıklar olsun, ince kalmak uğruna vakitlerinin büyük bir kısmını tuvaletlerde kusmakla geçiren modelleri baş tacı edenlere, onları gözümüze gözümüze estetik idollermiş gibi sokanlara! Yazıklar olsun, insan olmayı bu kadar aşağılayanlara! Yaşlanmayı, yaş almayı beceremeyip, her daim kaporta yeniler gibi estetik ameliyatlar için bıçak altına yatanlara!
Yazıklar olsun bu alanda çarpıtıcı haberler yayınlayarak insanları manipüle eden, yanıltan gazetelere, gazetecilere! Bilmem kim kaç kilo vermiş, nasıl vermiş diye dergilerin kapaklarına manşet atanlara! Bütün bunlar bizim, çocuklarımızın, kızlarımızın sağlığı için yapılmıyor. Bütün bunlar bu işlerden kazanç sağlayanların cepleri daha çok dolsun diye yapılıyor ve olan kızlarımıza oluyor. Düşün yakamızdan artık. Düşün kızlarımızın yakasından !

11 Ağustos 2011 Perşembe

ZEFİR / ZEPHYR


Ah tatlı bir rüzgar esse ! ZEFİR gibi. 

SUÇLU ZEVKLER

Suçlu muyum?  Alışveriş yaptım.

Her şeyi seviyorum ya, mağaza gezmeyi de seviyorum. Kendime uygun şeyler bakmayı, param olduğunda almayı, farklı giyinmeyi, iyi giyinmeyi, kendi kreasyonumu oluşturmayı...
 Hele fiyatların iyice dibe vurduğu ucuzluk zamanlarında, sezonda beğenip te almadığım şeyleri bulur ve yüzde yetmiş daha ucuza alırsam bayağı seviniyorum. İtiraf etmeliyim, zaman içinde, her daim düzgün giyinmeyi gerektiren bir yaşam biçimine sahip olmamla ilgili olarak zenginleşen gradrobum nedeniyle kazandığım toklukla artık “şu parçaya hemen şimdi sahip olmalıyım” gibi bir aceleciliğim veya hırsım kalmadı. “Beklesin  bakalım” diyebiliyorum. 


Harrods'ın çayları

Süsleniyorum, öyleyse kadınım

Bu ellerle nasıl iş yapılır? Bu eller seyredilir.
 Bir amaç veya hırsa dönüşmediği sürece bütçeye uygun alış veriş yapmak, birkaç parça yeni şey almak, hayatlarımıza renk katar. Bende hep böyle olur. İnsanoğlunun yarattığı her şey bende heyecan uyandırıyor. Kumaşı ve tasarımıyla özel bir giysi benim için sanat eseridir. İnsanı özel kılan, her türlü kötülüğünü tahammül edilir ve affedilir kılan şey onun yaratma becerisi bana göre.  Her toplumun, her kültürün kendine özgü bir yaratma, üretme ve üretilenleri alıcılarına sunma sistemi var. Mağazalarda veya Pazar yerlerinde, fark etmez. Nerede olduğu farketmez. Padova’nın tarihi meydanlarından birine kurulan yerel pazara Alpler’den gelen bir masif kesme tahtası bana nasıl heyecan veriyorsa, alışveriş merkezlerinden birinde gördüğüm ham keten etek veya başka bir şey de  başka türlü bir heyecan verebilir.Eminim, her insanın, bu bağlamda heyecan duyduğu şeyler farklıdır. Ayder Yaylası yolu üzerindeki küçük dükkanlarda satılan hemşin patikleri veya orman sarmaşığından yapılma yöreye özel sepetler veya kestane ağacı kabuğundan örme zembil bana nasıl heyecan veriyorsa, veya fırtına deresine bakan bir balkonda çay içmek bana nasıl mutluluk veriyorsa, Harrods mağazasında, askılarda salınan Missoni elbiseler veya bir birinden güzel kutularla raflarda alıcısını bekleyen çaylar ve çay aksesuarları da başka türlü heyecan veriyor. Heves denen şey böyle bir şey. Satın almak üstüne kurulu bir heves değil ama yaratılanları görmek, bakmak, izlemek, heyecan duymak, değerlendirmek Bütün bunlar insanoğlunun en güzel yüzünü temsil ediyor: Yaratmak.
Peynir en güzel ağaçta servis edilir.

Bir zamanlar, plastik torbaların bulunmadığı eski zamanlar zembillerin içinde saklı. O zamanları şimdi duvarlarımıza asıp iç çekiyoruz.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

YOLLARDA-DAĞLARDA-Doğu Karadeniz Kimliğine mi Kavuşuyor?


Bakır güğümde yaban çiçekleri , kızgın tereyağ kokusu

Ormanda ölüm var mı?

Yufkalar mı gülüyor ben mi?
Bir Doğu Karadeniz halk şarkısı - Lazca, "E Asiye"

Odun kokusu, kuzinede pişmiş mısır ekmeği

Hepsi bahçeden, sağdan soldan, konu komşudan

Karagöl nasıl da yalnız. Dili olsa, "biraz daha kalsaydınız" diyecek.