Sayfama hoşgeldiniz / Welcome to my blog

Her şey müzikle başladı / All started with music

www.mircan.net


10 Ağustos 2013 Cumartesi

MİRCAN KAYA TARAF GAZETESİ 20 SORU / 20 Q&A WITH TARAF NEWSPAPER


TARAF Gazetesi, 20 SORU / 20 Q&A WITH TARAF NEWSPAPER


1) En sevdiğiniz kelime nedir?/ What's your favourite word?
"Mircanım"/"Mircan"ım (My Mircan)

2) Nefret ettiğiniz kelime nedir?/ What's the word you hate the most?
"Para"/"Money"

3) Ne sizi heyecanlandırır?/ What excites you?
Güzel olan her şey/ Everything that is beautiful

4) Heyecanınızı ne öldürür?/ What kills your excitement?
Kıskançlık/ Jelousy

5) En sevdiğiniz ses nedir?/ What is the sound you love the most?
Sessizliğin içinden gelen doğa sesleri/ The sound of nature coming from silence

6) Nefret ettiğiniz ses nedir?/ What is the sound you hate?
Patlama sesi/ The sound of explosion

7) Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?/ What is the profession that you would never do?
Avukatlık/ Being a lawyer

 Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?/ What natural gift would you like to have?
Hastalara dokunarak şifa verebilmek. Aslında uçabilmeyi de çok isterdim./ Being able to cure the ill by touching them. Actually, I would love to be able to fly too.

9) Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?/ If you couldn't be yourself, who would you like to be?
Başka biri gelmiyor aklıma ama büyük büyük annelerimden biri olmak ilginç olurdu./ No one else is coming to mind right now, but it would be interesting if I was one of my great great grandmothers.

10) Nerede yaşamak isterdiniz?/ Where would you like to live?
Padova olabilir/ Padova could be it.

11) En önemli kusurunuz nedir?/ What is your most significant defect?
Aşırı merhametli olmak/ Being too merciful

12) Size en keyif veren kötü huyunuz nedir?/ To what bad habit do you feel most indulgent?
Yaaaaa...benim kötü bir huyum yok galiba, gerçekten.../ I don't think I really have a bad habit, really...

13) Kahramanınız kim?/ Who is your hero?
Babam/ My father

14) En çok kullandığınız küfür nedir?/ What is the curse phrase you use the most?
Lanet olsun!/ Damn it!

15) Şu anki ruh haliniz nedir?/ What is your present state of mind?
Biraz yorgun ama yarın birşeyim kalmaz./ A little tired, but I'll be okay by tomorrow.

16) Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?/ What is your motto?
Biz işimize bakalım./ Let's just mind our business.

17) Mutluluk rüyanız nedir?/ What is your dream of happiness?
Bir ev, ortasında dev bir taş ocak var. Bahçesi çiçeklerle dolu ve ben bahçıvanım. Ocakta her daim bir şeyler kaynıyor ve ben aşçıyım. Ateşin etrafında her daim insanlar var ve anlatıyorlar ve ben dinliyorum. Her yerde kitaplar var. Hep şarkılar söyleniyor. Havada hep tatlı bir müzik var. Yanızca sevgi var, aşk var, huzur var. Bu ev, bu bahçe korunuyor. Her şeyi kapsayacak kadar geniş bir yüreğim var. Sevdiklerim, çocuklarım, onların sevdikleri ve ihtiyaç duyan herkese yer var. Gelenler şifa buluyor./ A house, with a furnace in the middle of it. Its garden is full of flowers and I'm the gardener. There is always something boiling in the furnace and I'm the cook. Around the fire, there are always people. They tell and I listen. There are books everywhere. Songs are being sung. There is a sweet music in the air. Only affection, love, and peace is present. This house, this garden is protected. My heart is big enough to cover it all. My loved ones, my children, and their loved ones and everyone who is in need is welcome. Those who come, find cure.

18) Mutsuzluğun tanımız sizce nedir?/ What is the definition of unhappiness?
Esaret/ Enslavement

19) Nasıl ölmek isterdiniz?/ How would you like to die?
Uykuda/ In my sleep

20) Öldüğünüzde Tanrı'nın size kapıda ne söylemesini isterdiniz?/ When yo die, what would you like to hear God say when you arrive at the pearly gates?

Bana sonsuza kadar teselli verecek bir tebessümle baksın yeter. Mümkünse birşey söylemesin. Veya ille de birşey söyleyecekse kollarını açıp "Mircanım" desin./ It's enough if he looks at me with a smile which will give me eternal comfort. I'd prefer if he didn't say anything. If he has to say something, he can open his arms and say "Mircanım" (My Mircan)

30 Haziran 2013 Pazar

HATIRLA BENİ / REMEMBER ME

Chocolate Wrapper / Çikolata Kağıdı
Bir filmin müziğinin Gezi Parkı bunalımından doğuşunun öyküsü
18/06/2013, İstanbul

Son birkaç gündür başım dönmeye başladı. Bir umutsuzluk, çaresizlik duygusu içimde. Her gece kabus benzeri rüyalar görür oldum. Dün gece de duvarımın bir oyuğuna saklanmış kara bir örümcek gördüm. Ben düşlerimde çiçek tarlaları, dağlar tepeler üzerinde uçardım soluk soluğa. 

Bir haftadır hepimiz yazıyoruz, çiziyoruz olaylara karşı doğru bir tavır alalım diye.
Hemen her gün çıktım sokaklara. Ben sokağa çıkmasam, yürümesem ölürüm. Bu olayların yalnızca Gezi Parkı’nda yaşandığını sananlar yanılıyorlar. Bu olaylar, sokaklarımızda, evlerimizde, yüreklerimizde, her yerde yaşanıyor. Sağolsun gençlerimiz, olayların içinden gülünecek çok şey çıkardılar. Dün gece komik sloganları okurken, vidyoları izlerken katıla katıla güldüm.  Ama bugün başım dönüyor.
 
Dün gece “her şeyi karartmalı” diye bir düşünce geçti aklımdan. Bir karanlığa ve sessizliğe gömülme ihtiyacına kapıldım. Baş dönmem geçsin diye uzanmıştım sedire. Telefonun sesine uyandım. İngiltere’den, üzerinde çalışmam gereken kısa filmin yönetmeni-Murat Kebir arıyor. Ertesi gün stüdyoya gidip kayıt yapacağım, telefondaki sesi duyunca, o an geliyor aklıma. Her şeyi planlamıştım oysaki bu olaylar patlak vermeden ama akıl mı kaldı, unutmuşum. İlk günden itibaren kendimi Gezi Parkı olaylarını bütün dünya TV kanallarından izleyip, bizimkiler ne zaman yayın yapmaya başlayacaklar diye umutla bekleyip kendim başlamıştım yayın yapmaya. Öyle bir dalmışım ki, işle ilgili çok kritik bir iletiyi örneğin, dalgınlıkla hiç gönderilmemesi gereken bir kişiye bile  göndermişim. Durumu farkeden merkez ofis uyarınca farkettim. İşte bu hal ile, kayıt için stüdyoya gideceğimi de unuttum. Yönetmenle konuşmak biraz ayılttı beni. Kalktım. Ölüm ve ağıtlarla ilgili bir şeyler araştırmaya başladım. Şiirler, yazılar vs. Normal olmayan bir ölüm, bir delikanlının haksızca öldürülmesi ile ilgili bir ölüm teması işleyecektim. İsyankar bir ölüm teması. Gecenin ilerleyen saatlerinde oturdum stüdyoda kaydetmek üzere bir şiir yazdım. 
Bu sabah, kalktım, giyindim, hazırlandım stüdyoya gitmek üzere. Sonra vapurla Üsküdar’a.
Her vapura binişimde aynı düşünceye kapılıyorum. Her vapura binişimde hayatı kaçırdığımı düşünüyorum. Bir tatlı rüzgar, bir deniz ışıltısı...İçim açılıyor. Bunu daha sık yaşamalıyım diye düşünüyorum. Yağmurla ağaçtan denize düşmüş ve kendini ıslak bir güneşe bırakmış yaprak gibi hissediyorum. Sonra stüdyo, müzik muhabbeti. Ve kayıt. Önce Henry Purcel’den “Dido’s Lament” daha önce hiç yapılmamış bir yorumla akapella kaydediyoruz Cenk Erdoğan ile. Yalnızca farklı tonlarda, renklerde çıkardığım kendi seslerim ve bir de Cenk’in çaldığı klavye ile. Ve sonra, sözlerini geceden yazdığım ağıdı kaydediyoruz. Cenk perdesiz gitarla eşlik ediyor. “Oh my brother your life was short / Ah kardeşim ömrün kısaymış” diye başlayan ve devam eden bir ağıt. Bu iki özel parçanın, Sala albümünün ölüm temasını işleyen parçalarıyla birlikte filmin müziğini tamamlayacağını düşünerek içim rahat dönüyorum eve.
Son günlerde yaşadıklarımızla bu iki ağıt duygusal açıdan çok iyi örtüşüyor diye düşünüyorum. Dido’s Lament şöyle bitiyor. Remember me - Hatırla beni / But don’t forget my faith/ fate - Ama kaderimi unutma / Remember me- Hatırla beni/ Remember me / Hatırla beni...
Ve ben stüdyoda geçirdiğim bu müzikli saatlerin sonunda sırtını denize, yüzünü güneşe dönmüş ancak ağır bir yaprak gibi dönüyorum eve.
Yarın sabah erkenden İtalya’ya doğru yola çıkıyorum. İş-güç nedeniyle. Dilerim dönüşümde her yer güllük gülistanlık olur. 

Sevgiyle ve umutla...


Mircan Kaya
18 Haziran 2013, İstanbul 

16 Nisan 2013 Salı

BENIM TAOM



Hastalık olmasa sağlıklı olmanın kıymetini bilebilir miydik?

Soğuk ve kapalı havalar olmasa baharı sevinçle karşılayabilir miydik?

Kaybetmesek, galibiyetin kıymetini bilebilir miydik?

Gitmek olmasa dönmek olur muydu?

Ayrılık olmasa kavuşmak olur muydu?

Yokluğu bilmeyen, çokluğun kıymetini bilebilir mi?

Fazla olan ne varsa budamalı, biraz eksilmeli.Hastalıklı, kurumuş, ölü dalları kesmeli.

Bir bitkiyi fazla sularsan çürür, fazla güneşe maruz bırakırsan kurur. İnsan için de böyledir. Her şeyin fazlası zarardır.

Her ne yapıyorsan aşkla, sevgiyle yap. Hırsla yapılan işler huzur ve mutluluk getirmez.

İyi ol ama iyiliğin fayda etmiyorsa kendini koru.

Yüreğini nefretle, kinle doldurma. Her ne olursa olsun, bu tür duygulardan, bu tür duygulara yol açan insanlardan ve olaylardan uzak dur.

Ağlamak güzeldir. Göz yaşları ruhu yıkar. İç basıncı yok eder. Yağmurlar da dünyanın göz yaşlarıdır. 

Çok çalıştığın halde sonuca ulaşmayan işler için üzülme. Her şerde bir hayır, hayırlı görünen her işte de bir şer vardır. Hayat sonsuz büyüktür. Kendini ona bırakırsan, sonsuz sayıda imkanlar görebilirsin. 

Her gün bir kişiye yardım et. Her gün bir insanı mutlu et. Yemek pişir, yedir. Derdi olanın derdini dinle.

İstanbul, 
16 Nisan 2013 




15 Nisan 2013 Pazartesi

TV'de Minor


TRT TÜRK "BU ÜLKE" PROGRAMI 

                                     IMC TV GÜLER YILDIZ'LA HAFTA SONU PROGRAMI 


13 Nisan 2013 Cumartesi

Amaçsız Yolcu



En zevk aldığım ve bana en çok heyecan veren yolculuklar fazla plan yapmadan öylesine kendimi yollara bıraktığım yolculuklardır. Rastgele girdiğim sokaklarda keşfettiklerim, nereye çıkacağını bilmediğim yep yeni bir sokakta yaşadığım kaybolmuşluk ve yabancılık duygusu, sonra o sokağın çıktığı yep yeni bir alan. Belki başka bir sokak, belki bir meydan, belki, çıkmaz sokak, geri dönüp başka bir yere sapmak.

Bu dünyada güzel haberler, yalnızca güzel haberler veren siteler, yayın kanalları var mı diye internette araştırma yaparken yine bir sayfa beni başka bir sayfaya, bir yazı başka bir yazıya taşıdı ve ben sonunda kendimi zen ile ilgili şeyler okurken buldum. Amaçsızlık ta bunlardan biri. Yaşam biçimim, hayat, çalışmaya ve yolculuklara bakışımla çok örtüştüğü için de kendimi iyi hissettim. Baharla, ışıldayan gök yüzü ve uyanan tabiatla, geçtiğimiz aylardaki yoğun çalışma tempomun da bir hedefe ulaştığını bilmenin rahatlığıyla, sakin sakin, derin derin nefes alarak aheste ve amaçsız yürüyüşlere çıktığım, güzel müzik, iyi ve güzel olan ne varsa ruhumu onlarla beslemeye ve dinlendirmeye çalıştığım şu günlerde ben de yalnızca şu güzel haberler hakkında yayın yapan siteler gibi olmak istiyorum . Çünkü dünya üzerinde her gün milyonlarca güzel şeyler de oluyor. Kötü üzerinden ilgi çeken tüm yayın kuruluşlarına karşı böyle güzel şeylerin de var oludğuna dikkat çekmek istiyorum. Çünkü insan unutuyor. Çünkü insan genel olarak iyi şeylerin kadrini bilmemeye meyilli. Ve medya kanalları insanın bu zaafiyetini çok güzel kullanıyor.

Sık sık soruyorlar bana: Planların neler? Bundan sonraki projen ne? Veya kızının geleceğe dönük planları ne? Oğlun ne yapmayı düşünüyor? Bu tür sorular sorulduğunda apışıp kalıyorum çünkü her defasında verecek bir cevap bulamıyorum. Bir şeyler geveleyip, “ben pek uzun vadeli planlar yapmıyorum” diyorum. Pek inandırıcı bir cevap olmuyor belki. Ama sonsuz sayıda olasılığın bulunduğu bu evrende insan nasıl oluyor da bazı planlar yapıp bu planların planladığı şekilde gerçekleşeceğini düşünecek kadar iddialı olabiliyor? İşte ben bunu anlayamıyorum. Bu bana imkansız gibi geliyor. Ben o sonsuz olasıktan bir tanesiyim yalnızca ve yapacağım bir planın planladığım şekilde gerçekleşmesi olasılığı da sonsuzda bir sanki.
Tek yaptığım şey çalışmak. Her daim üzerinde çalıştığım bir şey oluyor. Her zaman çalışırım. Hatta bugün ekmek almak için çıktığım yarı amaçlı (çünkü amacım başka bir semtte ev usulü mayalı ekmek yapan bir dükkandan ekmek almak idiyse de ben farklı yollara saptım ve o dükkana varana kadar hiç planlamamış olduğum şeyler yaptım.) yürüyüşüm sırasında düşündüm ki benim işle tatil arasında bir ayrım yapmam da mümkün değil. Çünkü işimi çok severek yapıyorum ve tatile ihtiyaç duymuyorum. Sanki her daim tatildeyim. Yorulsam da, zaman zaman çok yorgun düşsem de gerçek bu. Çalışırken de tek amacım becerebileceğimin en iyisini yapmak için çalışmak oluyor. Hedefe değil de işin kendisine kilitleniyorum. O çalışma kendiliğinden bir sonuca gidiyor. Bazan da gitmiyor. Ama öyle zamanlarda da hayatın ne kadar sonsuz büyük olduğunu, gerçekleşmediği için üzüldüğüm  şeyin kimbilir o sonsuz olasılıklardan hangisini karşıma çıkaracağını düşünüp teselli buluyorum.

Bu akşam bu yazıyı da öylesine içimden geldiği için yazdım. Böyle bir planım yoktu.
Amaçsızlık gerginliği azaltır. Fazla planlı olmak rijitlik getirir. Rijitlik ise kırılganlık. Çok rijit olan hiçbir şey sarsıntılara ve zorlanmalara gelemez. Elastikiyet sağlamlık, dayanıklılık demektir. Amaçsızlık sınırları genişletir. Sonsuz olasılıklara yelken açar. Ancak şu elastikiyet meselesini de abartmamak lazım. O zaman sistem dengesini kaybeder, labilleşir. Biraz mühendisçe bir açıklama oldu ama demem şu ki amaçsızlık yan gelip yatmak, zaman öldürmek gibi anlaşılmamalıdır.

Belki yarın amaçsız bir Pazar yolculuğuna çıkarsınız.
Size iyi yolculuklar.....


  

12 Ocak 2013 Cumartesi

Çocuk Tacizi & Yağmur


Yazmaya değer şeyler bulmak ne kadar zor. Söylemeye değecek şarkı bulmak kadar zor bir iş. İş olsun diye yazılır mı? Ortada olup biten ne çok şey var ama içlerinden, bahsetmeye, söz sarfetmeye değecek bir şeyler çıkarmak kolay değil. Daha doğrusu anlamlı bir şeyler bulmak. Şikayet edecek çok şey var ama bu da işin en kestirme yolu. Veya her gün nerede ne yemişiz, içmişiz, hangi restoranın nesi güzelmiş gibi suya sabuna dokunmayan şeylerden de söz edilebilir. Zaten iç karartıcı pek çok şeyin olup bittiği dünyada belki bu da hiç fena fikir değil ama ben eskiden beri bu tür şeyleri paylaşmayı, insanları imrendirmeyi de sevmiyorum.  


Peki şimdi niye yazıyorum? Neyi yazmaya değer buldum? İki şey asabımı bozdu da ondan yazıyorum.( İnsan belki de kötü hissetiğinde yazmak istiyor. Dikkat ettim de işler tıkırında iken ve mutlu anlarımdan sonra günlüğüme yazmıyorum da hep can sıkıcı olaylar olduğunda yazıyorum. Bu da bir tür nankörlük hayata karşı)  Asap bozucu olaylara gelince, bunlardan ilki, BBC WORLD NEWS kanalından izlediğim bir “show man” in bütün hayatı boyunca İngiltere’de yürütmüş olduğu kapsamlı cinsel taciz eylemlerinin bu vakte kadar görmezlikten gelinmiş olması ve şimdi açık edilmesi. Diğeri ise yağmur. İstanbul’da yağmur. Şehirle arama giren yağmur. Sürekli dolu olan beynime tek iyi gelen açık hava ve yürüyüş eylemimi bir işkenceye dönüştüren bu yağmur değil, şehrin yağmuru taşıyamayan berbat alt yapısı. Bunları yazmak istedim. Birincisinden başlıyorum:


Çocuk Tacizi


Pedofiliye hayır diyorum, ya sen?
Şu İngiliz adamın suratından, her halinden ve tavrından akıyor gizli-karanlık-kirli kişiliği. Çocukları, genç kızları, kimbilir ne vaatlerle, onların hangi saf-naif amaçlarını kendisine malzeme yaparak (hedeflerine ulaşmaya yardım edecek bir anahtar rolü ile) taciz etmiş olabileceği suratından, beden dilinden akıyor. Bu adam, hayatım boyunca karşılaştığım kendisi benzeri başka adamları hatırlattı bana. Bunlardan biri orta okuldaki Türkçe öğretmenimizdi. Eli ayağı düzgün, boylu poslu, 30-40 yaş arası bir adamdı. Sınıfımızdaki adını zikretmeyeceğim kız arkadaşlarımızdan birini her dersin sonlarına doğru dışarı çağırıyordu. Biz de sessice sınıfta bekliyorduk. Sanki hepimiz dışarıda, okulun kuytu bir köşesinde arkadaşımız ve Türkçe öğretmenimiz arasında neler geçtiğini seziyor, ama sessizce ve gergin, yalnızca dersin bitişi için geri dönmelerini bekliyorduk. Neden? Korktuğumuz için olabilir mi? Gözümün önünde, kafası kara tahtaya çarptırılarak dayak yine erkek sınıf arkadaşlarım geliyor şimdi (Orta okulda karma bir okuldaydım). Bir türlü fen bilgisi dersi problemlerini hocanın istediği gibi çözemeyen bir arkadaşım sürekli dayak yerdi. Göbekli bir öğretmenimiz vardı ve neden bu çocuğun bu problemleri çözemediği hakkında hiç kafa yormazdı. Örneğin, kapasitesi yeterli değil her halde, gibi bir düşünce hiç aklından geçmiyor gibiydi. Aynı öğretmen, ders sonlarında bana şarkı söyletir, “senin gibi bir kızım olsa her gece şarkı söyletir rakı içerdim” derdi. Sevmezdim bu hocayı. Problem çözmek konusunda hiç sorunum olmadığı için hiç itilip kakılmazdım. Üstüne üstlük, bir de böyle güzel şarkı söylemek gibi bir ayrıcalığım vardı ve bu özelliklerimle dokunulmazdım. Ama yetişkin olmamama rağmen şu “kızına şarkı söyletip karşısında rakı içme” hayali olan baba modeli olarak benim için Fen Bilgisi hocam hastlalıklı-patetik bir tipti. Demem şu ki, Türkçe öğretmeni için ihtiyaç giderme aracı olarak seçilen arkadaşımızın ve bizlerin sesimizin çıkmayışının nedeni bu korku olmalıydı. Bir süre sonra, arkadaşımız dayanamayıp Türkçe hocasını ailesi vasıtasıyla şikayet etti ve biz de tacizci hocadan kutulmuş olduk. Hepimiz sınıf arkadaşımız adına sessizce sevindik. Tuhaf bir olgunluğumuz vardı. Hiç birimiz sözünü etmedik bu olayın. Hiç olmamış gibi davrandık. Onu utandırmadık. Ama ben hiç unutmadım. Eminim o da hiç unutmamıştır. Peki ya ceza? Şu İngiliz şovcu elinde purosu pis pis sırıtırken poz vermiş kameralara, kendisi ile ilgili bir belgeselde. Hayatta değil şimdi. Yüzlerce çocuğa, onların ebeveynlerine, topluma, herkese hareket çekip göçüp gitmiş bu dünyadan. Ruhu da pis pis sırıtıyordur bizlere bakıp . Peki ya Türkçe öğretmenimiz? Eminim tayin edildiği diğer okullarda yine kuytu köşeler ve bu kuytu köşelere çekebileceği kuzular bulmuştur. Fen bilgisi öğretmenimin hiç kızı oldu mu bilmiyorum. Olduysa da sesi güzel miydi? Adam kızına şarkılar söyletip karşısında rakı içti mi her gece? Bilmiyorum.

Sadist Matematik Öğretmenim

Liseyi bir kız lisesinde okudum. Son sınıfta sınıfımıza atanan Matematik öğretmenimiz modern matematik öğretiyordu. Nedense, bu "modern matematik" öğrettiği konusu takılmış aklıma.  Kafayı benimle bozmuş, okulun en başarılı öğrencisi olan bana aslında matematikten, özellikle de daha çok zeka gerektirdiğine inandığı modern matematikten anlamadığımı öğretmeye azmetmiş gibiydi. Herkese harıl harıl modern matematik öğretmeye çalışırken bana da modern matematiği çözemeyeceğimi öğretmeye ve kabul ettirmeye çalışıyor gibiydi. Modern matematik kafasıyla zekice uyguladığı psikopat yöntemleriyle beni her dersin sonunda ağlatmayı başarmıştı. Bazı derslerin sonuna doğru da, sanki benimle uğraşan o değilmiş gibi "hadi bize bir şarkı söyle" der ve beni iyice aptallaştırırdı. Benden hoşlanmadığı belli olan bu modern matematik hocası ne diye bana şarkı söyletiyordu? Bu sorunun cevabını hiç bilemedim? Beni küçük düşürmeyi, güvenimi zedelemeyi bir şekilde başarmıştı. Ben bu sorunun cevabını bulamadan mezun oldum. Yıllar sonra bir gün yolda karşılaştık. İsmimle seslenmese tanımayıp geçecektim. Şaşırdım bir an ve akabinde kaşlarım çatıldı. Hiç bir şey söylemeden şunu sordu "beni affettin mi?" Cevabımı merak ediyorsanız söylemeyeceğim çünkü önemi yok. Ben bu modern matematikçi öğretmeninin yaptıklarını, kuytu köşelere çekemediği bir kuzuya uyguladığı sadist eziyet diye yorumladım kadın olduktan sonra. 

Yağmur ve İstanbul


Giyindim, kuşandım sevinçle. Her dışarı çıkışımda, gezintiye çıkarılacak köpekler gibi sevinirim. Öyleyim ben, hiç değişmedi bu. Ablamla Vali Konağı Caddesi’nde buluşup, oradan yürüyerek annemizi ziyaret edecektik. Yaşadığım yerden, Vali Konağı Caddesi’ne yürüyerek gitmekte sorun yok. Ne de olsa Belediye Başkanı'nın her fırsatta kırmızı halılarla döşettiği zengin mahallesi. Sonrası? Sonrası bir işkence. Göletlerden kah atlayarak, kah etraflarından dolanarak üstüm başım çamur içinde vardım annemin evine. Yürümekten değil, yolla mücadele etmekten fena halde yorgun düşmüş olarak önce banyoya attım kendimi. Paçalarım pis sularla, dizlerime kadar ıslanmıştı. Yıkayıp kalorifer dilimlerinin arasında sıkıştırdım ve annemin pijamasını giyindim. Dönüş yolunun çoğunda yağmur yağmıyordu. Nispeten daha kolay oldu. Ama, yurt dışında da yaşamış ve pek çok şehir görmüş bir insan ve mühendis olarak içimden kızıp durdum. Neden arnavut kaldırımı sokaklarımız yok edildi? Neden doğru düzgün bir drenaj sistemi bu şehre kurulamıyor? Neden? Neden? Neden? Çoğunun cevaplarını biliyorum ancak bazen  yalnızca sormak yeterli oluyor galiba. Her soru kendi cevabını içinde barındırmıyor mu? Sonuç olarak İstanbul’da yağmur altında yürümek bir işkence. Bugün yürüdüğüm yollarda genç kızken hiç çamura bulanmadan yağmur altında yürürdüm.  Daha iyiye gitmek gerekmiyor muydu?





Benim İstanbul’um


Önce çocukluğumu verdim sana,

Sonra sevdiklerimi,

Sevmemiştim ışıklarını, ürkmüştüm

İlk gelişimde senin

Anlamıştım yazgım olduğunu

Sende kaybolup sende doğacağımı yeniden

Önce ölmek gerekiyordu sende varolmak için

Sırdaşım oldu yolların,

Parkların, denizlerin.

Yıldız Parkı’dır ilk öpücüğümü çalan çapkın.

Şişli Nişantaşı arasıdır

Genç kızlığımın hüzünlü yağmurlarına eşlik eden.

Bekaretimdir ana evim, Mecidiyeköy’de.

Koyun postu üzerindeki

Tatlı uykularımdır ana evim.

Dut ağaçlarını binalara dönüştürdüler.

Bir bina kaç dut ağacı eder?

Arnavutköy’dür deli aşkımın gizli bahçesi

Akıntı burnuna bıraktım gözyaşlarımla.

Çırağandır sarayım,

Aşkımın kraliçesiyim ben.

Üssümsün İstanbul.

Senden havalanıyorum, sana dönüyorum.

Şarkılarım, türkülerim, kitaplarım ve gitarım.

Öncesizlik, sonrasızlık, hiçlik, sonsuzluk hepsi sende.

Alıştım sana artık sersemlemiyorum.

Sende kayboldum, sende doğdum.

İstanbul

Mircan Kaya


1 Ocak 2013 Salı

QUADERNO, 2013

 

İtalya'ya yaptığım seyahatlerin birinde üzerinde Quaderno yazan ekolojik defterlerden almıştım. Ekolojik ve doğal olan her şeye aşırı düşkünlüğümden olmalı defterler tatlı pastel renkleriyle dikkatimi çekmiş, fiyatları da uygun olduğundan her renginden birer tane almıştım. Bana defter dayanmıyor. Bugün bir tane boş defter ararken baktım ki hepsini kullanmışım maşallah. Turuncu olanının ilk sayfasında, Elixir albümünün Sevi Dizeleri adlı parçasını kurgulamışım. (Klarinet giriş yapacak, vokalin melodisini çalacak. Klarinete harmonika eşlik edecek....). Parça bu şekilde kaydedilmedi ama ben bu notları okurken gülümsedim. Zaman öyle hızlı akıyor ki. Daha soğrusu ben çok şey yaptığım için zamanın nasıl akıp gittiğini farkedemiyorum. Turuncu defteri bırakıp pastel pembe renkli olanı açtım. İlk sayfadan itibaren İtlayanca çalışmak için bu dfteri ayırmış olduğumu gördüm. Şöyle şeyler var: Chiacchiere: Chatting, Purtroppo: Unfortunately, Estero: Abroad...... vs.
Gri-mavi arası bir renkte olan defteri açtım. O da İtlayanca'ya ayrılmış. Il fiore: çiçek, il bicchiere: bardak....il kane: köpek, vs.

Sonuçta açık sarı defterin ilk sayfasını koparıp, (orada da müzikle ilgili notlar vardı ama... ) bu sayfayı kitap ayıracı gibi kullanmak üzere bugün yeniden okumaya karar verdiğim bir derginin okumakta olduğum bölümüne koydum. Ve bu tatlı açık sarı defterin ön yüzüne yeşil keçeli kalem ile yazdım: 2013 . Sonra da defterin ilk sayfasına, 2013 yılında istediklerimi listeledim. Bir de mantra belirledim kendime. 2013 yılı boyunca hep tekrarlayacağım bir mantra.
Şu yeniden okumaya karar verdiğim dergi ise taaa 2007 yılında almış olduğum Mart ayı sayısı "Body & Soul" diye bir dergi. Hani şu güncel psikoloji ile ilgili faydalı bilgiler veren, fazla derin olmayan ama yine de insana iyi gelen dergilerden. Önemli bir farkı ise "organik, ekolojik" meselesine önem vermesi. Bu da tam benlik bir mesele. Hani bir şey okurken okuduğunuz şeyler sizi pek çok başka şeye taşır. Ben de kendimi bilgisayarın başında, not ettiğim siteleri ve kişileri internette araştırmak üzere buldum. Saatlerin nasıl geçtiğini anlayamadım yine. Şimdi niye yazıyorum bunu? Söyleyeceğim:  Araştırdığım sitelerden birinde gördüğüm bir habere takıldım da..."MNN Mother Nature" adlı bir çevreci site bu. Şöyle bir haber vardı. "9 Celebrities Who Haven't Aged Well / İyi yaşlanmayan 9 ünlü" Haberin büyük fotoğrafı da seksenli yıllarda seksi kadın sembolü olan bir artiste ait idi. Yan yana iki resim koymuşlar. Gençlik yıllarındaki hali ve yaşlanmış hali. Biri genç, diğeri yaşlı, Ve küçük karelerde muhtemelen hepimizin çok iyi tanıdığı hepsi dünya starı olmuş insanlar. Habere göre, iyi yaşlanmayan yıldızlar. Haberin altında ise, pek çok okurun kınayıcı tepkisi yer alıyor. Hepsi de "böyle bir sitede böyle bir haberin ne işi var, bu ne sığ bir bakış açısı!" şeklinde özetlenebilecek tepkisel yorumlar yazmışlar. Ben de bir şeyler yazayım, dedim ama internetin şu insanı deli eden hantal prosedürleri yüzünden başarısız oldum. (Üye olun, giriş yapın, profil oluşturun, mail hesabınıza doğrulayıcı posta gönderdik vs. vs.). Pes ettim sonunda. Demek istiyordum ki : Günümüzde, amacı ne olursa olsun artık dikkat çekmek ve olabildiğince çok tıklanmak, azami ölçüde yorum almak için, insanları kızdıracak, öfkelendirecek, tepki vermelerini sağlayacak şeyler bile bile yayınlanıyor. Öyle sanıyorum ki, MNN "onlar gibi kötü yaşlanmak istemiyorsanız dikkatli olmalısınız, kendinize iyi bakmalısınız" gibi bir mesaj vermeye çalışarak adeta ibret olsun diye bu yıldızları haberine malzeme yapmıştı ve insanların tepkilerinden, olumsuz olsalar bile hoşnuttu. Tıklanıyordu ya!
Bir yılı daha geride bıraktık ve yine "görece" yaş aldık ya, ben de bir iki laf etmek istiyorum yine, yaşlanmakla ilgili. Yaşlanmak görüntüde başlamıyor. Beyinde başlıyor. Kırışıklarda, deforme olmuş bir görüntüde veya üzerimize oturan kilolarda değil sorun. Asıl sorun düşüncelerin yaşlanması, beynin ağırlaşması,puslanması, hevesin kaybolması.... Beyin düşüncelerle, yep  yeni fikirlerle aktif olduğu sürece, yaşlanmak diye bir şey söz konusu değil. Böyle bir insan her geçen gün kendisini daha iyi hisseder ve her geçen gün yaşamdan, öncekine nazaran daha çok zevk alır. Böyle bir kişi her geçen gün bir şey kazanmış, her geçen günü gereksiz şeylerden, düşüncelerden kendisini arındırmak üzere kullanmak suretiyle kendisini yeniden yepılandırabilmiş kişidir. Geçen zamanı bir ağırlık, bir iç basınç gibi taşımamalıyız.
Kendi adıma 2013 için belirlediğim bir mantram var dedim ya, benim ki " sardunyalı pencere".
2013 yılı boyunca her fırsatta bu mantrayı tekrarlayacağım. Bu benim iç evimi temsil ediyor. Kendi yaşamımla ilgili pek çok başka şeyin de sembolü ama bu kişisel şeylerle kimseyi sıkmak istemem. "Sardunyalı pencere" benim güzel düşüncem olacak bu yıl. Listeme yazdığım hayallerimin peşinde yürürken ( koşmak demedim) bir de şunlara dikkat edeceğime dair kendime söz verdim:

-Enerjini sömürmek isteyen, sana kendini iyi hissettirmeyen insanlardan uzak dur.
-Hayır, demekten çekinme.
-Zaman hareketin ölçü birimidir. Bunu unutma. Kalp ritminin dışına çıkma.

Ve sizinle, zamanın durmuş, donmuş gibi göründüğü San Gimignano'dan bir fotoğrafımı paylaşıyorum. San Gimignano: Bir iç çekiş.
 

San Gimignano, bir iç çekiş.
http://www.mnn.com/lifestyle/arts-culture/photos/9-celebrities-who-havent-aged-well/times-not-on-their-side